AKSİYONER TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ - 1 (Abdullah ALAGÖZ - Halil KONUŞKAN)

02.04.2016 20:04

Türk milliyetçiliğini siyasi arenaya yerleştiren 1960ların milliyetçileri bu siyasi hareketin aksiyoner yönünü vurgulamışlar ve rahmetli Başbuğ “Aksiyoner Türk Milliyetçiliği” nitelemesini belirli aralıklarla altını çizen ses tonuyla seslendirmiştir.

Ancak Türk Milliyetçiliğinin siyasi tarihini gözden geçirdiğimizde bu hareketin aksiyoner yönünün aksadığına dair bazı şüphelere kapılıyoruz.

Bizde camiamız için önemli bir tartışma ve değerlendirme konusu olan mevzuya dokunalım istedik.

Amacımız Türk milliyetçiliğinin aksiyoner özelliğinin sürdürüldüğü veya aksadığı iddialarını bardağın boş ve dolu tarafları ile birlikte değerlendirmek olacaktır.

Aksiyoner Türk milliyetçiliğinin bir daha emperyal oyunlara karşı etkisizleştirilmemesi ve edilgin değil etkin olması, kültürel yönden saldırıya maruz kalması değil etkileyen özellik taşıması için neler yapılması gerektiği üzerinde bir paradigma oluşturma çabasına gireceğiz. Yazımızda kişi ya da kuruluşları hedef almaktan uzak, olması gereken yani ideal olan üzerinde yoğunlaşacağız. Zira ülkücü idealist insandır, ülkücülük ise idealizm olarak karşımıza çıkmaktadır.   Bakışımızda bu minval üzerinde olacaktır.

Alt yapısı oluşmamış, atalet halinde kalan, toplumla iç içe girmemiş bir dava ne kadar aksiyonerlik iddiasında bulunursa bulunsun sadece bireylerinde idealizm varlığını devam ettirir. Böylesi bir ruh hali zaman içerisinde hem bireylerin pasifleşmesi hem de muarızları tarafından etkisizleştirilmesi sonucunu da doğurabilir. Aksiyoner hareketlerin nitelik gücü niceliklerinin çok ötesindedir. Bunun en somut örneği seksen öncesi MHPnin az sayıda milletvekiline sahip olmasına rağmen Türkiyenin en etkileyici siyasi gücü olduğu gerçeğidir.

Rahmetli Başbuğ Alpaslan TÜRKEŞin sağlığında Türkiyenin en zengin işadamlarına yönelik eleştirileri ve Sümela Manastırına ayin yapmaya giden Patrik ve avanelerinin Trabzon limanına yanaşamayıp geri dönmelerini düşündüğümüzde bir hareketi sayısal çokluktan ziyade güçlü bir iradenin aksiyon haline getirebileceğini anlayabiliyoruz.

Günümüzde geniş halk yığınları tarafından desteklenmediği halde PKK ve siyasi uzantılarının toplum üzerindeki etkisini de bu duruma örnek olarak verebiliriz. Aksiyoner güç olup olmadığınız sözlerle değil toplumdaki etkinlikle ilintili bir olgudur.

Aksiyon kelimesi eylem, iş ve hareket anlamlarına geliyor. Türk milliyetçiliğinin en güçlü siyasi temsilcisi olan MHPnin adında da HAREKET kelimesini görüyoruz. Öyleyse rahmetli Alpaslan TÜRKEŞ ve arkadaşlarının bu hareketi aksiyoner yönü ile inşa ettiklerini söyleyebiliriz. “Milliyetçilik” ve “hareket”  terimlerinin yan yana kullanılmasını bir tesadüf değil bilinçli bir tercih ve hareketin temel felsefesini yansıtan bir özet olarak görebiliriz.

Reaksiyon ise tepki anlamına geliyor. Reaksiyon, Psikoloji de gelen uyarana organizmanın gösterdiği tepki, yani bir olayla sınırlı şuurlu ya da şuursuz duruş olarak tanımlanmaktadır.

Şimdi bu iki kavram birbirine zıt mı, değil mi?

Bu iki kavramdan herhangi biri gündemde olduğunda diğerinin sosyolojik anlamı ve olgusal konumu değişiyor mu?

Türk milliyetçiliği düşüncesi aksiyoner bir işlev görmüş mü?

Yoksa muarızı olan düşünceler mi aksiyoner bir işlev görmüşler?

Bu sorulara cevap aramalıyız.

Diğer yandan aksiyoner hareketlerde olduğu gibi Türk milliyetçiliği düşünce sisteminde olması gerekenleri de aktarmaya çalışacağız.

Türk düşünce tarihinde Osmanlı tebaasını tutmayı amaçlayan Osmanlıcılığın bu düşüncesini aksiyon halinde ortaya koyduğunu görüyoruz.

Islahat Fermanı Osmanlıcılığın harekete geçmesi topluma bir vizyon ve hedef sunması olarak ortaya çıktı. Tanzimatın ilanı da ikinci kez aynı vizyon ve hedefi ortaya koyuyordu.

Oysa olaylar öyle gelişti ki, Osmanlıcığın yapay aksiyonu tutmadı, hatta yapılan uygulamalar istenilen ve arzu edilenin tam tersine sonuçlar verdi. Ortada ne Osmanlıcılık kaldı hem de Osmanlı…

Çünkü ortada aksiyonculuğa konu olan bir toplum yoktu. Sadece bir hanedanlık özne olarak kabul edilmişti. Milliyetçilik hareketlerinin zirve yaptığı bir dönemi maalesef ne devlet yöneticileri ne de bir kısım aydınımız tam okuyamadı. Bugünde aydınımız ve yöneticilerimiz bu durumu maalesef okuyabilmiş değildirler.

Görülüyor ki, Osmanlıcılık bir tepki ile ortaya çıkmış ve mevcudu korumak için aksiyon iddiasında bulunmuş ve aksiyon oluşturmaya çalışmıştır. Oysa kendisi reaksiyon olan bir düşüncenin aksiyon oluşturma çabasının beyhude bir gayret olduğunu ayrıca açıklamaya gerek olmadığını düşünüyoruz. Tarih göstermiştir ki, mevcudu korumak için çalışmak mevcudu bitirmeye yol açacaktır. Milletleşmenin öne çıktığı bir asırda hanedanlığı öne çıkarman düşüncesinin kendisi zaten kadük doğmuş bir fikirdi.

İslamcılık akımı da Batı düşüncesine hayranlığın ve kurtuluş reçetesi aramanın neticesinde ortaya çıktı. Hilafet kurumu marifetiyle batı karşısında bir İslam kardeşliği öne çıkarılıyordu.

İslamcılık Osmanlıcılık düşüncesine oranla mevcudu korumanın ötesinde kendi bünyesinde bir atılımı ve aksiyonu zaten taşımaktaydı. Zira mevcudu korumanın ötesinde İslam toplumlarına yönelmek hatta İslam dininin tebliği üzerinde yoğunlaşmak gibi aksiyoner dışa açılımcı bir vizyon olarak varlığını ortaya koymuştu.

Bir yandan Afrikanın en ücra köşelerine camiler yaptırılırken, bir yandan da Güney Afrikadan Japonyaya kadar Hıristiyanların misyonerlik çalışmalarına özenme etkisinin de bulunduğu bir tebliğ görevi ifa edilmekteydi.

Ne var ki, bu düşünce dinin kardeşlik hukukunun anlam ve karşılığının yekvücut haline gelmek olmadığını göz ardı ederek ilk önemli yanlışını yaptı.

Ayrıca ortaya çıkışının bizzat batı egemenliğine bir itiraz, bir reaksiyon olduğunu göz ardı edemeyiz.

İslamcılık bir süre sonra Osmanlıcılık gibi mevcudu koruma moduna büründü ve mevcudu da kaybettiren etken olarak tarihimizde ki yerini aldı.

 İslamcılığın siyasi yöne kaymasının zaten arızalı bir durum olarak ortaya çıktığını düşünüyoruz. İnanç bakımından din kardeşliği olarak öngörülen İslam, siyasi İslamcılık olarak öne çıkınca özne olarak kabul ettiği kitlenin homojen olmamasından olumsuz etkilendi. Milli kimliklerini adeta yok sayma, aidiyetsizliği öne çıkarma gibi toplumsal gerçeklikten kopan bakış, dünden bugüne toplumlarda kardeşliği değil kan ve gözyaşını getirdi ve getirmeye de devam ediyor. Ülkemizde son yıllarda tekrar servis edilen bu anlayış maalesef İslam adına hareket ettiğini söylerken Müslüman kardeşlerimizle irtibatımızı da kopardı.

Öte yandan aydınlarımızın bir bölümü Osmanlı, bir bölümü İslam şemsiyeyi altında kurtuluş reçeteleri ararken bazı aydınlarımız rakibimize baştan teslim bayrağını çoktan çekmişlerdi. Geri kalmamızın doğu toplumu, Osmanlı toplumu, İslam toplumu olmakla açıklayan ve batının üstünlüğünü peşinen kabul eden batıcılık düşüncesi ise hiç bir açıdan bir aksiyon özelliği taşımamaktaydı.

Batıcılık aksiyon olmadığı gibi bir reaksiyonda değildi. Batıcılık bir teslimiyetti. Evet, bu teslimiyet cumhuriyetin kuruluşundan sonraki yıllarda başat güç haline geldi. Türkün iradesiyle vücut bulan Türk devleti, batıcı zihniyet tarafından Türkün değerlerinden bazen ihtilal, bazen muhtıra bazen de post modern darbelerle arındırılarak Türksüz yapay bir millet oluşturulma çabasına girildi.

Ancak bu teslimiyet, teslim olmayanların teslimiyete karşı tepkilerini reaksiyon olarak karşımıza çıkardı. Batıcılık akımının en büyük hasımları Türk milliyetçileri olmuştur. 1944 milliyetçilik olayı ve sonrasındaki zulümler bu zihniyetin ürünüdür.

Diğer yandan Batıcı zihniyet Türk milliyetçileri ile uğraşırken dinimizin değerlerini siyasallaştıran ve ilham kaynağı olarak Arap coğrafyalarında özellikle İsrail ile girdikleri savaşlarda mağlup Arap toplumundan ümidini kesen Müslüman kardeşler hareketinin kurtuluş olarak sundukları siyasi İslamcılık ütopyasının propagandasını içten içe yapmaya devam ettiler. Bu anlayış daha sonraki yıllarda ülkemizde iktidara yürüyecektir.

Bize göre Türk milliyetçilerinin reaksiyoner tavırlar sergilemeleri ve yakın tarihimizde görülen reaksiyoner tutumları işte bu açıdan açıklanabilir.

Teslimiyete teslim olmamak…

Teslimiyete teslim olmamak görünüşte bir tepki gibi algılansa da aslında aksiyonun ve direnişin kendisidir. Başka bir ifadeyle aksiyoncu düşüncenin doğum sancısı olarak ta ifade edilebilir.1980 ihtilalı ve sonrasında yapılanlar da Türk milliyetçiliğinin önünü kesmeye yönelik Batıcılık hareketlerinin ürünü olduğunu unutmayalım. Batıcılık hareketi zaman zaman bazı kavramları öne çıkararak asıl niyetini kamufle etme yoluna gitti. Örneğin Türk milliyetçiliğine savaş açarken Atatürkçülük gibi tarihi devamlılığı olmayan uydurma bir terim ile en büyük Türk milliyetçisi olan büyük önder Mustafa Kemal Atatürkü kötü emellerine alet etmekten de çekinmediler.

Batıcılığı kurtuluş yolu görenlerin referans noktaları hep Batı dünyasındaki belirli merkezler, şirketler ve illegal yapılar oldu. Batının üst aklı, her ülkede olduğu gibi Türkiye‘de de iradelerinden çıkmayan iktidarları,  kurumları tasarlamakta ve ona göre politikalar belirlemekteydi.  Bu yapay kurtuluş reçetelerine karşın Türk milliyetçiliği kaynağını Türk milleti ve onun tarihten günümüze gelen kültürel değerlerinden alıyordu.

Türk milliyetçilerinin temel öznesi millettir. Türk milliyetçileri Türk milletine dayandıkları için modern Türkiyeyi kurdular.

Türk milliyetçiliği cumhuriyeti kurarken tezlerini ve iddialarını doğru bir tutarlılıkla ortaya koymuştur. Bir aksiyon olarak Türk kültürü, medeniyeti, tarihi, dili hatta Öntürk dönemi bile irdelenmiştir. Cumhuriyeti kuran irade yeni rejimin bütün ayaklarını “Türk kimliği” üzerine oturtmakta, topluma milli ülkü, bilinç, hedef ve vizyon vermekteydi. Ülkümüzün yükselmek ve ileri gitmek olmasının başkaca açıklaması olamazdı.

Osmanlı döneminde ülke denetimini tam olarak sağlayamayan batı hayranı düşünce Atatürkün vefatından sonra Atatürkün ismini de kullanarak sözde çağdaşlık ve kalkınma adına devlet, tarih, toplum, dil ve din düşmanlığını sergilemekten çekinmediler. Türk milletini ve tarihini cumhuriyetle sınırlandırma gibi bir garabette düştüler. Oysa Gazi Mustafa kemal daha işin başında Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi müesseseleri inşa ederek Türkün tarihten gelen devamlılığını pekiştirmeyi amaçlamıştı.

İşte Türk milliyetçiliği fikri bu aşamada Aksiyoner Türk Milliyetçiliği olarak siyasi arenaya çıktı. Daha önceden entelektüel, düşünce temellendirmesi olarak var olan Türk milliyetçiliği Atatürk ile birlikte devlet aygıtında etkin olmasına rağmen artık devletten dışlanmaktaydı.

Bu durumu fark eden Milliyetçiler tekrar devlete yönelebilmek için siyasi arenada var olmak gerektiğini düşündüler. Bu çıkış aslında bir başkaldırı olmasına rağmen batıcılığa bir tepkiyi ve tavrı da içinde taşıyordu. Türk milliyetçiliği ülküsüne gönül vermiş kitlelerin mücadelesi başta var olanı korumak ve onun üzerine çıkarak atılımı sağlamayı amaçlıyordu. Emperyal güçler ve onların içimizdeki mankurtları Türk milli refleksinden korktuklarından bu çıkışı etkisizleştirmek için her yolu kullanacaklardı.

Bu tavır ve batıcılığa karşı oluşan reaksiyon bizi reaksiyoner yapmaz bizzat aksiyonumuzu sürdürür.

Hegelin diyalektik yöntemi ile durumu açıklamaya çalışalım.

Bu yönteme göre varlık kendisini açmaktadır. Bu açış tez-antitez-sentez ile gerçekleşir. Tez idenin varlığını ilk olarak ortaya koyuşudur ve kendisini ispatlaması için karşıtına yani antiteze ihtiyacı olacaktır. Zira antitez olmazsa tezinde bir anlamı ve değeri olmaz.

Tezin karşısında antitez belirlendiğinde antitez bir reaksiyon yani tepkidir. Ancak antitezin iddiaları karşısında da tez bir tepki geliştirecektir. Bu tepki bir reaksiyon olmakla birlikte kendi tezi üzerinde düşünüldüğü ve tartışıldığı gerçeğini değiştirmez.

Türk milliyetçiliği bir aksiyon hareketidir. Ancak kendi düşüncesinin temelinde olan millet kavramına karşı yapılacak saldırılara ve hücumlara karşı konumlanması onu reaksiyoner yapmaz. Onu kendi aksiyonunu sürdüren bir konuma getirir. Zira muarızlarının ana hedefi onun milli varlığıdır.

Şimdi kendimize soralım!

Batı menşeli düşünenlerin, Osmanlıcı veya yeni Osmanlıcı olduklarını söyleyenlerin, sözde İslamcı ya da sahte İslamcıların, sözde ümmetçi ya da sahte ümmetçilerin, komünist ya da sosyalistlerin, bölücü ya da azınlık ırkçılarının birleştikleri tek düşmanlık “Türk düşmanlığı” değil mi?

Bu sorunun cevabı yüz yıldır yaşadıklarımız neticesinde gün gibi ortada duruyor ve bize gerçek “tez”i işaretliyor. Türk milletinin dünyayı okuma, anlama ve temellendirmesi olan Türk milliyetçiliği ne yazık ki tarihi süreç içinde dış güçler ve onların yerli işbirlikçileri tarafından bastırılma, yok edilme ve sindirilme gibi tutumlarla karşılaşmıştır.

Gerçek “tez” Türk milliyetçiliğinin öznesi olan “Türk”ten başka bir şey değildir.

Türk Milliyetçiliğinin aksiyoner yönü hakkında sorgulama yaparken diğerlerinin reaksiyonerliğini kendimize niye sormadığımızı da düşünmemiz gerekmektedir.

Bahse konu olan düşüncelerden Osmanlıcılığın öznesi “Osmanlı”, İslamcılığın öznesi “İslam”, Batıcılığın öznesi “Batı” ve Türkçülüğün öznesi “Türk” olmasına rağmen Türkçülerin Osmanlı, İslam, ve batı düşmanlığı yapmadıkları ortadayken diğerlerinin Türk düşmanlığı hangi düşüncenin aksiyon olduğu hangi düşüncelerinin aksiyon olana tepki olduğunu gün gibi ortaya sermektedir.

Peki biz niye reaksiyoner göründüğümüz şeklinde bir özeleştiriye hak veriyoruz?

Biz, Türk milliyetçiliğinin aksiyoner olduğunu içinden geçtiği dönemlerde hep bu aksiyoner tutumunu koruduğunu düşünmekle birlikte reaksiyonerliği ile öne çıktığını görüyor ve işte bunu eleştiriyoruz.

Seri yazımızın ikinci Bölümünde bu bakışımızı temellendirmeye çalışacağız