ARİSTOKRATLAR İLE MUHAFAZAKÂRLARIN MÜCADELESİ Abdullah ALAGÖZ

03.04.2016 06:59

Son dönemde Türkiye’deki bütün kurumlarda yeniden yapılanma adı altında kadrolaşmaya gidilmesi dikkatimizi devleti ele geçirme çabası içinde olan ve bu uğurda bütün vasıtaları kullanan seçkin-aristokratlar ile muhafazakârlara çevirmiştir. Hatta son iki asırlık süreç, tarihimizde seçkin aristokratlar ile seçilmişlerin mücadelesi şeklinde geçmiştir dersek yerinde bir tespitte bulunmuş oluruz.

Seçkin–aristokrat sınıf, devletin bütün kadrolarını ele geçirmiş, imtiyazlarını sonuna kadar kullanan ve toplumdan tamamen kopuk bir hayat tarzına sahiptir. Öyle ki Aşık Veysel’in Ankara’ya gelip Atatürk’ü görmesine bile “köylüdür” deyip izin vermemiştir. Bu aristokrat grubun bir düşünce geleneği de yoktur aslında. XVII. ve XVIII. yüzyılın pozitivizminden ve sekülarizminden etkilenerek Türk toplumunu yönlendirme ve tasarlamaya çalışmaları devlet ile millet arasına adeta bir setin çekilmesine neden olmuştur.

Atatürk’ün demokrasi ve özgürleşme yolunda yaptığı muazzam yenilikleri, seçkin-aristokratlar tarafından tam anlaşılamadı. Batı kültürü ile yetişmiş ve mensubu olduğu toplumun dokularıyla kan uyuşmazlığı olan bu grup tarafından yozlaştırılarak topluma rağmen demokrasi, özgürlük şekline dönüştürüldü. Ancak 1950li yıllardan sonra köylü kabul edilen sınıfın şehre gelmesi ve sosyal yaşamda boy göstermesi bu seçkin-aristokrat grubu rahatsız etmeye başlayacaktır. İmtiyazları kaybetme korkusu ile yeni modernleşen gruba karşı her türlü enstrümanla karşı çıkma durumu oluşur. Yeni muhafazakâr sınıfın önünü kapatabilmek için bazen laikliği, bazen Cumhuriyeti öne sürerek sonuçta ihtilal ve muhtıralarla 2000li yıllara kadar bastırmayı da başarırlar. Bu çekişmeler, ülkemizde ne sistemin rayına oturmasına fırsat vermiştir ne de toplumsal barışın sağlanmasına müsaade etmiştir.

Seçkin aristokratların bu anlayışı çok partili sisteme geçişle sarsılmaya başladı. Sağlık, eğitim, iş imkânları için köyden şehre gelen insanlar değerlerini de yaşadığı çevrede devam ettirmeye, aristokratların birçok alanına girerek var olan pastadan pay almaya çalıştılar. Bu durumu aristokratlar; hukuki, sosyal ve kültürel alanlarına müdahale olarak algıladılar. Köklü bir düşünce geleneği olmayan radikal, jakoben özellik gösteren seçkin-aristokratlar orduyu, üniversiteleri ve diğer devlet kurumlarını da arkalarına alarak bazen ihtilal bazen muhtıra en son post modern darbe olarak algılanan yöntemlerle rakip olarak gördükleri bu muhafazakar grubu sahiplendikleri alanlardan uzaklaştırma yoluna girdiler.

En çok tartışılan genelde İslam, özelde türban konusu oldu. Seçkinlerin Batı öğretisiyle yetiştikleri ve bu konuda bir düşünce gelenekleri olmadığı için bilmedikleri bir alandı. Muhafazakâr sınıfın çocukları üniversite kapılarından o şekilde girmemeliydi. Zira o güne kadar öyle bir problem yoktu. Hâlbuki bu çocuklar çok partili sistemle birlikte modernleşen muhafazakâr kesimden geliyorlardı. Bu aileler artık güçlenen bir sınıf haline gelmişlerdi. Diğerleri gibi çocuklarını okutmak devlet ya da diğer sektörlerde çalıştırmak istiyordu.

Burjuvazinin sermayesi, sosyal ve kültürel unsurları bu grup ile uyuşmuyordu. Batıda dini devre dışı bırakan burjuvazi ile muhafazakâr arasında fark ortaya çıkmıştı. Ancak pragmatist bir yapıya sahip olan muhafazakârlar kısa sürede kapitalizmin nimetlerine uyum sağladılar. Nitekim bankacılılığı reddeden gruplar önce finans kurumlarını açtılar; sonradan gelen ilhamla(!) bankalaştılar. “İslami sermaye” (!)ya da “Anadolu kaplanları” olarak Konya, Kayseri gibi birkaç ilimizde seçkin-aristokratlarla ve İstanbul merkezli sermayeyle mücadeleye giriştiler.

Muhafazakârlar daha önceleri din, tarih, gelenek, soy, aile gibi değerleri savunurken ve muhafaza gayreti içindeyken bugün ekonomi, para, sermaye vazgeçilmezleri oldu. Daha önceleri radikal bir düşünce yapısına sahip olan muhafazakârlar; Avrupa birliği, ABD, siyonizm, kapitalizm gibi kısaca Batılı olan ideoloji ya da değerlerin hepsine muhalefet ediyorlardı. Yönetilenden yöneten statüsüne geçtikten sonra Avrupa birliği ve Batılı değerlere sahip bütün unsurların bayraktarlığını yapmaya başladı. Peki değişen neydi?

Ticaret, sanayi, turizm, eğitim, sağlık gibi her alanda boy göstermeye başlayan muhafazakarların liberal ekonomiye alternatif sunacakları ya da ayrı kümeleşmelere gidecekleri sanılırken kısa sürede pragmatik bir yaklaşımla ve dini de kullanarak liberalizmin bir parçasına dönüştüler.

Muhafazakârlar köklü bir düşünce geleneğine sahip olmadıkları için zamanla ulaştıkları refah seviyesini de kötü örneklerle uygulamaya başladılar. Bunu otomobil, ev vb. tüketim araçlarında görmek mümkündür. Kapitalist ya da küreselleşmeye karşı tavır sergileyemiyor; tam tersi kapitalist sistem içinden kendine yeni sahalar ve iktidar alanları yaratmaya ve statü kazanmaya çalışıyorlar; geleceklerini de asrımızın modern emperyalizmi olan küreselleşmeye bağlamış durumdadırlar.

Günümüzde muhafazakârlık kavramının içi boşalmış durumdadır. Bir düşünce sistemi oluşturamamış, sosyal, ekonomik ve kültürel bir paradigma sunamayan bu anlayış, muhafazakar görünmesine karşın uygulamaları ile liberalizmin bir parçası haline gelmiştir. Bu yönüyle muhafazakârlar, önümüzdeki dönemde toplumsal tepkilerin merkezine yerleşecektir.