GÜLEN CEMAATİ NEREYE KOŞUYOR Abdullah ALAGÖZ

02.04.2016 20:40

Bugün Cumhuriyet paradigmasına karşı çok yönlü bir savaş ile karşı karşıyayız. Öğretileri farklı olmasına rağmen ortak düşman noktasında birleşen şer güçler tek ses halinde düşmanın Kurtuluş Savaşında başaramadığını zaman farkıyla tekrar sahneye koymaya başladılar. Estrümanlar farklı, paradigmalar farklı, kıbleler farklı ama düşmanları tek: Türk milleti. Tarihin hiçbir döneminde bu kadar farklı dünyalara ait cemaatinden tarikatına, bölücüsünden liberaline, marksistinden İslamcısına kadar birliktelik (!) sağlanamamıştır.

Gülen cemaatinin ortaya çıkışı halisane duygulara dayanan bir hareket olarak insanımız tarafından kabul görmüştür. Cemaat, her dönemin şartlarına göre daima güçten yana tavır takınarak bu günlere gelmiştir.

Zamanla bu muhafazakâr kesim, Anadolu kırsalından şehirlere göç ederek kendi burjuva sınıfını oluşturdu. Devlet bürokrasisinden, medyasına ve ekonominin her iş koluna kadar birçok alanda kurumsallaştı. “Himmet” adı altında dini duyguları kullanarak para ve diğer yardımları toplamaya devam ettiler. Toplanan paralarla fakir ve zeki çocukların eğitimi için değil "ölü vücutlarına, ruhlarına can vermek" için yaptıklarını itiraf ediyorlar. Türkiye’de istedikleri ortamı bulamadıklarından aynı zamanda devletle de karşı karşıya gelmemek için yurtdışına yöneldiler. Devlet ile hesaplaşmak için şartlar olgunlaşmamıştı.

Yurtdışındaki çalışmalarını kolaylaştırmak için Türkiye’de misyonerlik faaliyetlerinin yapılmasına ön ayak olmuşlardır. Dış ülkelerde fazla tepki çekmemek için dini kuralları bile tartışır hale getirmişler; İslam yerine "İbrahimî dinler" , "dinler arası diyalog" gibi tabirleri geliştirip düşünen, sorgulayan, tefekkür eden gençlik değil “altın nesil” dedikleri kapıkulu yetiştirmeyi yeğlemişlerdir.

Gazali "İslam’a gayri İslami yollardan yapılacak hizmet, İslam’ın dışından vurulan darbeden daha kötüdür." der. Gülen, cemaatten çıkanın da bir daha iflah olmayacağı ve cehenneme sürüleceğini söyleyerek halkı korku ile bağlama yoluna gitmiştir. Onlar için dinin kutsalları değil hedeflerine varma önemlidir. Halka karşı dini hassasiyetleri öne çıkarırken uygulamada Makyavel ilham kaynakları olmuştur.

Katı kurallara dayanan bir teşkilatlanma modeli, hiyerarşik bir piramit gibi alttan üste doğru sıralanmaktadır. Bir tarafta ağabeyler, ablalar, sempatizanlar; diğer tarafta ekonomik ayağını esnaf zamanla holdinglerin oluşturmaya başladığı bir yapı… Şehir, ilçe, semt, mahalle, ev şeklinde her tarafa ağlarını örerek alanda tam pres uygulamasına geçtiler. Gülen şöyle diyordu: “Bizim hizmetimizin felsefesi bir yerlerde bir ev açmaktır ve bir örümceğin sabrıyla ağlarımızı öreceğiz, insanların gelip bu ağlara düşmesini bekleyeceğiz ve ağlara düşenleri eğiteceğiz. Biz ağlarımızı onları yemek için değil, kurtuluşlarını göstermek, ölü vücutlarına ruhlarına can vermek için kuruyoruz.” Kapıkulundan muradımın ne olduğunu Gülen’in sözleri teyit ediyor.

Türk devletinin bile ulaşamadığı yerlere gidebilmeleri ve oralarda kurdukları okulları bir emperyal güç olmadan başarmaları mümkün değildir. El-Kaide örgütü; ABD, Pakistan, Suudi Arabistan gibi birçok ülkenin imkânlarıyla Afganistan’da kurulmuştur. Gün gelmiş bu örgüt kendisini kuranlara da savaş açmış; onların iradesi dışına çıkmıştır.

Aynı durumu önümüzdeki dönemde de cemaat için öngörmemek basiretin kapanması demektir.

Devlet okullarına göre kendi okullarında daha nitelikli eğitim vermeleri sonucu en iyi üniversitelere bu çocukları gönderdiler. Eğitim, ekonomi ve kadrolaşma sonucunda devasa bir güç olan bu kitle, ideolojisini hayata geçirmek için vuruşarak kazanma yöntemine başvurdu. Böylelikle hoşgörü denilen kavrama Türkiye’de ihtiyaç kalmadı. Şartları olgunlaştırıp bütün köşebaşları tutulmuştu. Aynı yöntemi şartlar oluşmadığından yurt dışında yapamadılar. Kendi içinde katı bir cemaat özelliği gösteren bu yeni olgu, ilişkilerinde de hedefe varmak için bütün yolları mübah saymaktadır.

Sait Nursi’nin; Arapça’nın farz, Türkçe’nin vacip ve Kürtçe’nin caiz olması anlayışının aynı anda Fetullah Gülen ve yayın organlarının köşe yazılarında koro halinde dilendirilmesi, “Cumhuriyet paradigması, beş para etmez değiştirilmeli.” demeleri bu hareketin hiyerarşisi ve hedefleri hakkında bize net bilgi vermektedir. Osmanlı’yı yıkılmaktan kurtaramayan İslamcılık akımı şimdi bu cenahın can simidi olmuştur.

Peki, bu hareket neyi amaçlıyor? Bir daha tekrarlıyorum; vuruşarak var olanı yıkmaya, kendi dünya görüşlerini yani "Gülen” anlayışını hâkim kılmaya geliyorlar. Öncelikle Cumhuriyeti kabullenmedikleri, milli devletin iflas ettiğini onun yerine din eksenli ümmet kültürüne dayalı bir devleti savundukları kesindir. Üniter devlet, resmi dil, milli kültür gibi hassas konuları tartışmanın ötesinde değiştirme gayretlerine girmekteler; bu cemaat, ümmet devletine koşuyor dememiz yerinde bir tespit olacaktır.

Düşüncenin tepe noktasında bulunan Fetullah Gülen şöyle diyor: “Vahiy ve ilhama müstenit bir kısım mesajlar getirseniz, onu bile dinletemezsiniz.” Kendisine gelen ilhamla hareket ettiğini de sohbetlerine katılanların konuşmalarından, yazılarından anlıyoruz. Karşımızda akıl, deney, duyu ve vahiy dışında İslam dünyasında da fazla itibar görmeyen bir bilgi kaynağı ile karşı karşıyayız. Düşünme, tefekkür ve araştırma yerini zatın ilhamına bırakmıştır. Orduyu küçümseme hatta aşağılama, vurulan terörist için “ızdırap" kelimesini kullanarak "Gerekirse ağlamalıyız." diyebiliyor. Teröriste karşı bu hoşgörü aynı şekilde ne askere ne de muarızlarına karşı hiç göstermiyor. Çamur at tutmazsa izi kalır düşüncesiyle o eski Şark kurnazlığı yöntemine başvuruyor.

Bütün kurumlarda kendilerinden olmayan herkesi tasfiye ederken de türlü entrikalara başvuran, ötekileştiren; liyakat, eşitlik, hakkaniyet gibi değerlerin yerine cemaat militanlığını tercih eden bir anlayışı hakim kıldılar. Devletin istisnasız bütün kurumlarının en hassas, kilit noktalarını bunlar ele geçirmiş durumdadır. Bu fütursuz icraatlarına dini bir kılıf uydurarak basın gücü vasıtasıyla topluma kabul ettirme yoluna gidiyorlar.

Laik kesimi devre dışı bırakmak için bütün gruplarla, sınıflarla işbirliğine girdiler. Bu alanda büyük ölçüde menzile vardılar. Enteresan olan karşı çıkacakları güçleri stratejik davranıp sırayla hedef tahtasına koymalarıdır.

Bu hareket, Atatürk ve onun bu millete kazandırdığı değerler ile kurumlara da savaş açmış durumdadır. Atatürk'ün armağanı olan bütün kazanımlara planlı bir şekilde ortadan kaldırılma çabası içine girilmiştir. İstiklal Marşımızın ve Andımızın okunmasının bile bu çevreye rahatsızlık vermesi durumun ciddiyetini bir kez daha görmemizi sağlayacaktır.

Bu yeni, acımasız, kural tanımayan, harekete karşı ülkücü hareket kesin bir duruş sergilemek zorundadır. Sadece eleştiriyoruz… Eleştirimiz bile cılız kalmaktadır. Durum; basit, anlamsız, renksiz kelimelerle geçiştirilmeyecek kadar vahimdir. Demokratik bir özellik taşımayan skolâstik çağın tipik bir karakterini gösteren bu hareketle mücadele de tevil, günü kurtarma ya da sadece ülkücülere haddini bildirme gibi ne davayla ne demokrasiyle ne de özgür iradeyi bastırarak görevimizi yapamayız. Bunlara karşı bir duruş yerine, onlar gibi olma tehlikesi ile karşı karşıyayız. Hocanın gelen ilhamına göre onlar nasıl hareket ediyorsa biz de salı günleri grup toplantısında çıkacak sözlere odaklanır olduk. Kritik bir aşamadayız. Cemil Meriç’in dediği gibi "Hepimiz aynı gemideyiz. Gökte kasırga bulutları… Ve kuledeki gözcünün feryadı: S.O.S."

Varlık nedenimiz olan değerlerimize karşı bu saldırıya dur demek için yeni bir pozisyon almak zorundayız. Bundan hareketle en kısa sürede kendi yayın organlarımıza sahip çıkmalı, geliştirmeli, eğitim, ekonomi, kitle iletişim vb alanlarda örgütlü bir güce ulaşmanın çareleri aranmalı ve gereği yapılmalıdır. Kendi sınıfımızı oluşturmak zorundayız. Yoksa dağınık, zayıf ve birlikteliğini sağlayamamış milliyetçileri her geçen gün dar bir alana sıkıştırarak marjinalleştirme planlarının bir parçası haline getirirler.