Osmanlıcılık - İslamcılık - Batıcılık - Türkçülük - 1 İSLAMCILIK

02.04.2016 20:22

İslamcılık akımı Osmanlı devletinin yıkılmasını önlemeye yönelik can simidi olarak takdim edilen bir akım olarak karşımıza çıkmaktadır. Aydınlarımızın toplumsal olgulardan hareketle geliştirdikleri ve dünya görüşü olarak sunulan bir akım değildir. Tıpkı Osmanlıcılık gibi. İslamcılık, II. Abdülhamit döneminde ortaya çıkan düşünce akımlarından biridir. II. Abdülhamit, İslamcılık politikasıyla

Balkanlardaki etnik grupların devletten kopmalarını engellemek, Afrika ve Ortadoğu’da birlikteliği sağlamak ve diğer İslam coğrafyalarıyla manevi bağlarını kuvvetlendirmek istiyordu.  İlk etapta mantıklı görünmekle birlikte unutulan nokta ise imparatorluk devrinin artık sona ermeye başladığı, toplumlarda etkili unsurun milliyetçilik olduğu süreci idi.

 

Yaşanılan sürecin İmparatorluk bakiyesini İslamcılıkla korumak süreci değil Fransız ihtilalı ile Milli devletlerin tarih sahnesine çıkmaya başladığı, milliyetçiliğin ise en etkili akım olarak öne geçtiği süreç gerçeği idi. Bu süreçte genelde İslam coğrafyası özelde Osmanlı İmparatorluğu bilim felsefe ve sanatla bütünleşen medeniyet alanında Batının çok gerisinde kalmıştı. Batılı emperyal güçler yeni koloniler elde etmek ve İslam coğrafyasını sömürgeleştirmek için son darbelerini vurmaya çalışıyorlardı.

 

Milletleşme sürecini daha önce tamamlayan bilim ve teknolojide önde olan Batılı ülkeler için Doğu, medenileşmesi ve Batıya teslim olması gereken bir coğrafya olarak algılanıyordu.

İslam dünyası ise “oku” emriyle çıkış yapan bir medeniyetin mensubu olmayı unutmuş hurafe, bidat gibi ucube anlayışlarla zaman kaybetmeye, farklı İslam anlayışlarıyla birbiriyle boğuşmaya çalışıyordu. İslam’ı referans alan düşünürler “hasta adam” konumunda olan Osmanlı devletini kurtarmak, bölünmeyi önlemek için önceleri öne sürdükleri hanedan etrafında bütünleşme olan Osmanlıcılık akımının başarısızlığı karşısında yeni bir akımla derde deva olmaya, imparatorluğu diriltmeye çalışıyorlardı. Bu deva İslamcılıktı. 

 

Oysa İslamcılık sadece hilafet kurumu ile bütünleşme gibi bir delilin ötesine geçemiyordu. Bununla ilgili içi doldurulacak hiçbir kurum ve kuruluş ta yoktu. Gelişen milliyetçilik akımları ve milletlerin bağımsızlık süreçleri bu düşünceyi adeta doğmadan yok ediyordu. Sadece gayri Müslimler değil Müslüman topluluklarda Osmanlı devletine karşı isyanı başlatmış olup kutsal topraklarda İngilizler, diğer bölgelerde Fransız, İtalyanlarla işbirliği içindeki “Müslüman kardeşlerimiz” Osmanlı ile savaşıyordu. Hâlbuki savunulan İslamcılık görüşü ile bu yaşananların olmaması gerekiyordu. Böylesi bir dönemde dünyadaki gelişme ve değişmeleri tam okuyamayan bu akımın mensupları maalesef sosyal gerçeklikle pekte uyumlu olmayan İslamcılığın öncülüğünü yapıyorlardı.

 

Müslüman topluluklar içinde milletleşme sürecini tamamlayan sadece  Türkler ve İranlılar iken kabile , mezhep girdabını aşamayan ve günümüzde de ortaya çıkan son kargaşadan da çıkamadıkları anlaşılan diğer Müslüman topluluklardan oluşacak bir siyasi birlikteliği savunmanın ne kadar ciddiyetten, toplumsal olgulardan ve İslam coğrafyasını tanımadıklarından da anlaşılmaktadır.

 

İslamcılık akımının öncü düşünürlerinden bazıları, Said Halim Paşa, Şemsettin Günaltay, M. Akif Ersoy, Eşref Edip, Şeyhül-İslam Musa Kâzım Efendi İslamcı­lık düşüncesinin önemli isimleridir. Bu düşünceyi savunanlar Sırat-ı Müstakim, Sebilü'r - Reşat, Beyanül-Hâkim gibi dergilerin çevresinde toplanmışlardır. Bu akımların yurt dışında da temsilcileri bulunuyordu. Cemaleddin afgani ve Muhammed İkbal gibi şahsiyetlerinde bu akıma çok etkileri olmuştur.

 

İslamcıların iddiaları kısaca: Avrupa’nın ilerlemesi ve İslam toplumlarının önüne geçmesi Hıristiyan olmalarından değil tarihsel süreç o şekilde işlediğinden ortaya çıkan bir sonuç olmuştur. Ayrıca İslamiyet sosyal ve siyasi hayatı düzenleyen ilkeler içermekte ve demokrasiyi savunmaktadır. Batı dünyasının sanayide, bilim teknikte ileri gittiği açıktır ancak sadece bu konuda izlenmelidirler. İslam şeriatı hukuki alanda, insanların özel hayatlarını nasıl düzenleyecekleri konusunda ayrıntılı kurallar ihtiva etmektedir ve toplumun bozulan kurumlar bu kurallar dairesinde yeniden ıslah edilmelidir şeklinde ifade edilmekteydi.

 

İslamcılar, yanlış ve tamamen taklide dayalı Batıcılık anlayışına tepkilerinde haklıydılar. Batının bilim ve tekniğini getirmekle kendi külleri üzerinde mazlum medeniyeti yeniden şaha kaldırma noktasında haklı gerekçeleri vardı ama bir türlü iç tutarlılığı olan dünyadaki gelişme ve değişmelere uyumlu bir paradigma oluşturamıyorlardı.

 

İslamcılığı savunan düşünürler arasında fikir birliği olmadığı gibi ifrata kaçan anlayışları da İslamcılığın alternatif olmasını engellemekteydi. Dünyadaki gelişmelere paralel İslam medeniyetinin gelişememesi kurumlarının da gelişmesini önlemişti.   Gelişen yeni durumlara karşı İslam’ın alternatif yaklaşımının temellendirilmemesi kadar bir paradigma olarak sunulamaması da fikri bakımdan gerçekçiliğini geri plana itiyordu.

 

İslamcılık akımını savunanların bir başka çıkmazı da hangi İslam sorusuna net cevap vermemeleri olmuştu. Medreselerin, ulemanın İslam anlayışı ile tekke ve zaviyelerin temellendirmeye çalıştığı İslam arasında da farklılık bütünleşmeyi, kuşatmayı önlüyordu.

 

Diğer yandan millet realitesini göz ardı eden İslamcılık anlayışı millet kavramını sadece din unsuru ile temellendirme hatasına düşerek bizzat İslam’ın temel ruhunu ve var olan olguları da anlamsızlaştırmıştır. Hâlbuki dinimiz hucurat suresi 13 ayette ”Ey insanlar!  Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerliniz olanınız, o’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”

 

İnsanların kavimler halinde yaratılmasının birbirleriyle tanışmasını, kaynaşmasını kolaylaştırdığı gibi toplumlarda mensubiyet duygusu, milli şuuru, kader birliğini, soy birliğini, soysal adaleti ve iletişimi de kolaylaştırmıştır. Bu olguyu yok sayan İslamcı anlayış, maalesef dün Osmanlının yıkılmasını önleyemediği gibi bugünde İslam dünyasında ortaya çıkan felaketlere de çözüm olamamaktadır. Tekbir getirerek Camileri, türbeleri havaya uçuran, geçmiş medeniyetlerin eserlerini yok edenler ile insanları hunharca katledenlerin hepsi İslamcılık iddiasındadırlar. İleri sürdükleri bütün argümanlar bizim dışımızdakiler kâfirdir sloganını geçememektedir.

 

Asırlarca Haçlılara karşı İslam medeniyetinin savunuculuğunu yapan şehit- gazi veren Türkler, Müslüman Türk milleti olarak başarılı olmuşlardı yoksa İslamcıların iddia ettikleri gibi aidiyetsiz, tarihi devamlılığı olmayan ütopist bir topluluk olarak değil.

 

 İslamcılığı savunan düşünürler sürekli “siyasi birlikten” bahsederler. Şunu bir türlü kabullenemiyorlar. Sadece din olgusuyla siyasi birlik nasıl sağlanır sorusuna yaşanılan tarihi süreçlerden birini dahi örnek gösteremezler. Tarihe yön verenleri, dünyaya hükmedenleri sürükleyen, onlara öncülük yapan ümmet dediğimiz İslamcılık anlayışı değil milliyet unsuruna dayanan milletler olmuştur. Bu kadar kesin olgulara rağmen hala bir ütopyayı dillendirmeleri ya dünyayı hiç tanımadıklarını ya da yanlış okumalardan bir türlü kurtulamadıklarını gösteriyor.

 

Ülkemizde de AKP ile başlayan bu anlayış ne dış politikada istenilen başarıyı ne de toplumsal yapımızda pekişmeyi sağladı. Aksine ülke içinde ayrışma, ülke dışında yalnızlaşma ile sonuçlandı. İslamcılık bir bakıma İslam coğrafyasında milletleri aidiyetsiz ve tarihi ve kültürel bağlarından kopararak homojen bir toplum oluşturma çabası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu hikâye bize Marksist teorinin sınıfsız toplum olarak sundukları komünizm ütopyasını hatırlatmaktadır.