TARİHE VE OLAYLARA BAKIŞIMIZ

17.04.2016 17:42

 

 

 

 

 

Dünyaya bakışımız, olayları değerlendirme biçimimizi belirlemektedir. Dünya görüşümüz ya da mensubu olduğumuz paradigma ile bakışımız arasında bir illiyet vardır.  Yaşanılan güncel olayları değerlendirirken dünya görüşümüzün bize kazandırdığı bakış açısı, algılarımıza, analizlerimize ve temellendirmelerimize derinlik kazandırır. Bize göre tarihi millet gerçeği ile okumak zorundayız.

Milletleşme toplumların tekâmülünde son aşamadır. Milleti temel alan dünya görüşleri sonuçta millet zaviyesinden olayların kritiğini yapar. Din ya da imparatorluk eksenli devlet teorilerinin günümüz dünyasında varlığını devam ettirme gayretleri, insan oğlunun ulaştığı milletleşme aşaması ile izahı yapılmayacak kadar temelsiz ve reel politik ile açıklanmayacak kadar gerçekçi olmayan bakış açıları olarak karşımızda durmaktadır.    

Din temelli bir bakış ile toplumların sınıflandırılması istenildiğinde tarihten günümüze intikal eden sosyal yaralar ile karşılaşacağımız gibi buna yeni yaraları da ilave ederek en büyük darbeyi kendi milletimize vurmuş oluruz.  Yavuz ile Şah İsmail arasındaki iktidar savaşı Azeri Türklüğü ile aramızda günümüze kadar yansıyan sıkıntıların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Günümüzde böylesi bir yöntem uygulanmak istenirse Irak ve Suriye’deki Türkmenlerle birlikte alevi vatandaşlarımızla da kaynaşmayı zorlayacaktır. 

Türk milliyetçileri, dini kültürümüzün çok önemli bir unsuru hem de baskın bir unsuru olarak görmelidir ancak paradigmamızı temellendirirken Türklüğü esas alan bakış ile temellendirme yapmak zorundadırlar. Turan ülküsünü savunabilmenin de önemli parametrelerinden biri belki en önemlisi bu bakış açısına sahip olmaktır.  Türk milletini -kültür ve kurduğu medeniyeti- esas alan bu bakış açısı, Türk coğrafyasında yaşayan Türklerin inancını değil Türklüğünü öne çıkarmış olacaktır.

İmparatorluk sevdalısı olan birazda geçmiş özlemi içinde kalarak toplumsal değişimin gerisinde kalanlar, “stratejik derinlik ya da yeni Osmanlıcılık” adı altında gerçekçi olmayan ve sosyal olgular ile de açıklanamayacak kadar ütopik bir görüş olarak sadece bazı akademisyenler ve kesimlerin çırpınışları olarak karşımızda durmaktadır. İmparatorluk anlayışı bu millettin milyonlarca şehit vererek hem de kutsal toprakları savunurken Müslüman kardeşleri(!) tarafından şehit olmalarına engel olamamıştır. Yemen, Medine savunması, Filistin, Suriye ve Irak coğrafyaları sayısız örneklerle doludur.

Her iki bakış açısına sahip olanların ortak özelliği milletleşme anlayışından çok Türk milletine karşı geçmişten günümüze gelen bilinçaltı tepkisini düşünce dünyalarına yaymaları ve uygulamaları ile bu milletin bütün izlerini silmeye başlamalarıdır. Türk milliyetçileri, imparatorluk gibi oluşması kadar yaşatılması da imkansız bir hayal içinde olmamalıdır. Din eksenli bakış ise dinin bizzat ruhuna aykırıdır. İnsanların kavimler halinde yaratılması kadar onların kendilerini yönetmeleri ve medeniyetlerini teşekkül ettirmeleri inancımızın da bir gereğidir.  

Sonuç olarak Toplumları geldiği son aşamanın milletleşme aşaması olduğu gerçeğini kabul etmek zorundayız. Bazı toplumlar, özellikle Ortadoğu coğrafyası hala milletleşmenin bir alt aşaması olan aşiretten millette geçememiştir. Aşiret, etnisite, mezhep yada bunların bileşkesi olan imparatorluk özlemi, hayalin ötesinde bir milletin parçalanması ve emperyalist anlayışların arenasına dönmesini sağlar. Bunu için diyoruz ki, sosyal, siyasal ya da tarihi olayları irdelerken, temellendirirken Türk’ün penceresinden, Türk’ün dünyayı algılama ve temellendirmesi olarak inşa etmek zorundayız.