TARİKAT-CEMAAT ÖNDERLERİ VE SİYASET Abdullah ALAGÖZ

03.04.2016 06:22

Günümüzde bazı tarikat ve cemaatlerin siyasi hayata müdahalesi veya siyaseti tasarlamaya çalışmaları dikkatlerin siyaset ile tarikat-cemaat önderleri arasındaki ilişki üzerinde toplanmasını sağlamıştır. Peki; bunların varlık, bilgi ve değer gibi anlayışları nelerdir; bir başka deyişle toplumsal hayata bakışları nedir?

İlk olarak; siyaset ile tarikat anlayışının bilgi kaynaklarının, yapılanmalarının, dünyayı algılayış biçimlerinin birbirinden tamamen farklı olduğunun farkına varmalıyız. Bunu yaparken de birini savunup diğerini yerme gibi bir çaba içinde olmak da doğru bir yol olmayacaktır.

Siyaset; başta devletin yapısını, siyasal kurumlarını ve bunlar arasındaki ilişkileri inceleyen sosyal bir bilimdir. Rasyonel bir bakış açısıyla ve bilimsel olgulara dayanarak problemleri çözüme kavuşturmayı amaçlar. Bilinen bilgi kaynakları -akıl, duyu ve deney- ile temellendirmesini yapar. Bunun yanı sıra dünyanın nimetlerini adil bir şekilde (üretim –tüketim –bölüşüm) bütün katmanlara nasıl dağıtılacağı gibi sorulara cevap arar.

Cemaat-tarikat anlayışı ise uhrevi bir doktrin sonucu oluşur. Bilgi kaynağı ilhamdır yani bireyin nefsi arzularından kurtularak hakikattin bilgisine(Allah) ulaşılacağı inancına dayanmasıdır. Toplumsal hayatta ise kapalı bir yapı göstererek kendi sistemini oluşturur, diğer katmanlarla ihtiyacı oranında ilişkiye girer böylelikle de kendi pazarını, bankasını, holdingini, tüccarını velhasıl her alanda ihtiyacı olabilecek kurumlarını oluşturur. Bu alanda bir çelişki ile karşılaşıyoruz. Bir yandan mistik bir söylem öbür yandan dünyaya bu kadar iştahla bağlanma…

Cemaat kültüründe bir hiyerarşi söz konusudur. Bireyler bu hiyerarşiye harfiyen uymak zorundadır; demokrasi, özgürlük, şeffaflık gibi kavramların bu anlayışların lügatinde ve yaşantısında yeri yoktur. Çıkarlar(!) söz konusu olduğunda uhrevi hayat yerini tamamen rasyonel mantığa bırakacaktır.

Siyaset, reel dünyaya hitap ederken diğeri uhrevi dünyayı vaat etmektedir. Böylelikle siyasi lider dünyevi, tarikat lideri ise uhrevi dünyaya aittir mantığına ulaşabiliriz. Siyasetteki yönetici diğer insanlardan farklı değildir; üstün, karizmatik uhrevi özelikleri olmayan bir insandır, toplumun teveccühünü kazandığı oranda da görevine devam eder. Her türlü eleştiriye muhatap olabildiği gibi görevini bırakmak zorunda da kalabilir.

Cemaat lideri ise her şeyden önce müritlerinin kayıtsız biatlerini ister ve böylelikle ölene kadar liderliğini devam ettirir. İlmi ise ilham ile gerçekleşir. Gazâli bu anlayışı “Kur’an ve sünnetin getirdiği hakikati sübjektif tecrübe ile yaşamanın bir yolu” olarak tanımlar. Bir hadiste de “Bu âlemler yaratılmadan önce Allah Teâlâ, gizli bir hazine idi. Bilinmeye muhabbet etti ve bu muhabbetle bütün varlıkları yarattı.” denmektedir. Bu hadisten hareketle mutlak varlığın bilgisine de ancak “insan-ı kâmil” olanların sübjektif tecrübe ile ulaşabileceklerini ileri sürerler. Bir diğer deyişle İslam’ın batini yönünü temsil ettiklerine inanırlar.

Bu iki farklı cephenin öğretileri bakımından da iki farklı dünyanın lisanını konuştuklarını görürüz. Siyasetçi var olan üzerinde fikir yürütürken diğerinde liderin sübjektif bilgileri, bütün mensuplarını bağlamakta ve düşünceleri de kutsallık arz eden sembollerle ifade edilmektedir. Semboller, mertebeler, nefis terbiyesi ile bireyin ulaşabileceği mevkilerdir. Birey sadece bu mertebelere ulaşmaya çalışır; neden-niçin gibi soruları sorması, bu öğretinin ruhunu anlamamaktır. Yine onlara göre “Velilere, peygamberlere sırlar açılmıştır; onların ruhları ulaşmaya muktedir oldukları kemâl vasıtasıyla saadeti bulmuştur. Bu iş ilim tahsili ile değil, dünyevi zevkleri reddetmekle, yüzünü Allah’a çevirmekle ulaşılır.”

Cemaatler kendi iç dünyasında kaldığı müddetçe bu ve benzeri tartışmalara da ihtiyaç kalmayacaktır; zira her bireyin ya da grubun kendi tercihi olarak kabul görecektir. Bunun aksine bugün olduğu gibi siyaset alanını tasarlamaya kalkarsa uhrevi özelliğe sahip olduğunu ve eleştirilmemesi gerektiği düşüncesinden de peşin olarak vazgeçmesi gerekir.

Cemil Meriç,”Dünyevi hayatı olmayanın uhrevi hayatı da olamaz.” der. Uhrevi dünyayı tercih edenlerin reel dünyayla ilgili kararlarda etkileri ne derecede doğrudur? İnanmadıkları varlık dünyasını ve onunla ilgili problemlere yaklaşımları, katkıları ciddiye alınmalı mıdır? Sübjektif görüşlerine var olan bilgi kaynaklarımızla nasıl itibar edeceğiz? Özgürlüğü, demokrasiyi, eşitliği içselleştirmemiş olan bu anlayışın bu tür konularda fikir yürütmesi ne derecede sağlıklıdır? Uhrevi dünyanın önderleri bir tercih ile karşı karşıyadırlar; ya uhrevi dünyalarında kalacaklar ya da reel dünyaya inerek(!) mücadelesini reel dünyanın şartlarına göre verecekleridir.

Tasavvuf, kültürümüzün unsurlarındandır; hatta tasavvufa benzer anlayışların sadece bizde değil diğer kültür ve medeniyetlerde olduğu da görülmektedir. Bunun yanı sıra sufi, zahit ve mutasavvıfların kültürümüze olan katkıları da inkar edilemez. Bizim Anadolu’nun İslamlaşmasında-Türkleşmesinde büyük emekleri olan Hoca Ahmet Yesevi ve talebelerinin çalışmalarını ne basite indirgeme ne de hor görme gibi bir niyetimiz yoktur. Bizim itirazımız siyasete angaje olmuş ve uhrevilik iddiasında olanlaradır. Ülkemizin bu şartlar altında içinde bulunduğu bugünkü durum, önümüzdeki dönemin en çok tartışılacak ve belki de gündemini belirleyecek problemleri olarak karşımıza çıkmaktadır.