“YENİ TÜRKİYE” TÜRK MİLLETİYLE SAVAŞIN ADIDIR Abdullah ALAGÖZ

03.04.2016 06:48

“İçeri girin,efendim, buyurun alın anayurdu ve toprağı,meskenleri,inançları, istiridyeleri, burada her şey satılır”     Paplo Neruda

İnsanoğlu sürekli var olanla olması gereken durumları hep karıştırma yoluna gitmiştir. Oysa pozitif bilimlerde temel kural; var olan olgulardan hareketle geleceğin vizyonunu belirleme olmuştur. Var olanı, tanıma, anlama ve onun yapısından hareketle geleceğe dair öngörüler toplumların gelecek vizyonlarının daha sağlıklı planlanmasını sağlar.

Bugünlerde Türk milletinin savaş meydanlarında kazanmış olduğu milli devleti ve millet anlayışı tekrar sorgulanma ve dahası “yeni Osmanlıcılık” gibi toplumsal gerçekliğe uymayan, milletlerin tekâmül süreçlerine ters düşen “yeni Osmanlıcılık” ütopyası yaşadığımız coğrafyanın bütün olumsuzluklarına uygulanma ısrarı ile karşı karşıyayız.

Osmanlının yıkılmasına Batıda gelişen milliyetçilik olayları olmuştur. Türk milleti son çare olarak Anadolu yarım adasında kendi devletini kurmuştur. Oysa Batı toplumları kendi coğrafyalarında milli devletleri tartışma konusu bile yapmazken Türk_İslam coğrafyasında küçük öbeklere, etnisiteleri milletleşmesi için bütün imkânlarını seferber etmektedir.

Asrımız milletler asrı ve toplumların tekamülünün en üst aşaması iken ülkemizde siyasi iktidar bir yandan Türk milletinin çözülmesi etnisite anlayışlarını devreye sokarken diğer yandan ütopik   “yeni Osmanlıcılık” anlayışını hakim kılmaya çalışmaktadır.

Etnisitelere dayalı anlayış nasıl bilimsel bir hüviyet taşımıyorsa “yeni Osmanlıcılık” toplumsal gelişme ve millet gerçeği ile ters düşmektedir. Her iki anlayışın ortak yönü Türk milletinin çözülmesini sağlamaktır.

Ey Türk! Titre ve kendine dön.

Bilge kağan, asırlar öncesinden böyle sesleniyordu. Oysa bugün, toplumsal yapımızın dokularıyla sürekli oynanmakta ve her gün birileri tarafından toplumun yeniden tasarlanması istenmektedir. Düşmanın milletimizi bu coğrafyadan atma kararlılığı hız kesmeden devam ediyor. Eskiden bunu top, tüfek ile yaparken günümüzde bu durum, soğuk savaş dediğimiz kültür emperyalizmi ile gerçekleştirilmektedir. Peki, biz bu durum karşısında insanımıza mensubiyet duygusunu neden bir türlü veremiyoruz? Nerelerde yanlış yapılıyor; çözümü nedir?

Milletleşme, toplulukların alt kültür, cemaat, mezhep ya da aşiret ve benzeri oluşumlardan bir üst kimlik olan millet şuuruna geçme sürecidir. Başka bir ifade ile yerellikten çıkarak milli kültürle bütünleşmedir. Milletler bu süreci ne kadar hızlı tamamlarsa milli birlik ve beraberliğini de o kadar kuvvetlendirirler. Tarım toplumlarında, göçebe ve az gelişmiş toplumlarda ya da totaliter yönetimlerde bu süreç genelde hep sekteye uğrar. Bizde ise tarihi süreç içinde hep ihmal edilen milletleşme süreci Cumhuriyet ile birlikte bir dinamizm kazanır ve bu süreç kurumlarla da desteklenmeye başlar. (TTK ve TDK gibi) Ancak Avrupa Birliği süreci ve bu sürecin toplumsal dokuyu tekrar bozmasıyla yeniden sekteye uğratılmakla kalınmamış varlığı ve devamlılığı da tehlikeye girmiştir.

Türk tarihine baktığımızda dünyaya hükmetme anlayışı –Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi ve İslam’la birlikte İlahi kelimetullah ülküsü-birçok coğrafyaya hükmetmemizi sağlamıştır. Ancak bu fetih ve hâkimiyet anlayışı Türk milletinin kültürel değerlerinin aynı oranda gelişmesini, bu coğrafyalara hâkim olmasını sağlayamamıştır ya da buna ihtiyaç duyulmamıştır. Böylelikle kültürel bir gecikme vakasıyla karşı karşıya kalmışızdır.

Bozkır kültüründen yerleşik hayata geçişle birlikte -özellikle de İslam’ı kabul ile- bir yandan Arapça ve Farsça’nın etkisi ile dilde görülen etkiler ile bunlara bağlı olarak dış kaynaklı kültürel unsurların benimsenmesi gibi bir yanlışa girilmiştir. Kendi kültür coğrafyamıza hakim olamadığımız için Güneydoğuda birçok Türk aşiretinin Kürtleşmesi buna en iyi örnektir. Herhalde başat bir kültürün hâkim olduğu yerde böyle bir olayın izahı başka toplumda gerçekleşemez.

Osmanlının gerileme döneminde ortaya çıkan ve devlet adına hüküm vermeye kalkan gruplar da milletleşme sürecini olumsuz yönde etkilemiştir. Etnik unsurların öne çıkarılması, cemaatleşme, mezhep farklılıkları ve günümüzde bize dayatılan Avrupa kriterleri ile küreselleşme hastalığı da milletleşmenin önünde en büyük engeller olarak durmaktadır.

Birçok coğrafya da hüküm süren bu millet, Türk dilini yazı dili haline getirememiştir. Öyle ki kendi egemenliğindeki bölgelerde kendi insanı asimile olmuştur. Medreselerde bilim dili Arapça, edebiyat dili Farsça’dır. Daha Cumhuriyet döneminde bile Sait Nursi’nin; Arapçanın farz, Türkçe’nin vacip ve Kürtçe’nin caiz olması gerektiği düşüncesi milletleşme sürecinin ne kadar gerisinde olduğumuzu gösteriyor. Viyana kapılarına dayanırız ama Güneydoğudaki Karakeçili aşiretinin Kürtleşmesini engelleyemeyiz.

Cumhuriyetle birlikte başlayan milletleşme süreci tek partili dönemde kültürden kopma, çok partili dönmelerde ise milli kültür unsurlarına yeterince önemin verilmemesi ya da göz ardı edilmesi sonucunda dejenerasyona açık hale getirilmiştir.

Aşiret, mezhep ve cemaat gibi kapalı toplulukları toplumsal yapının bir parçası yapamayışımız, milletin içinde ayrı bir varlık olmaları ve özgürleştiremeyişimiz de milletleşme sürecinin gecikme nedenlerindendir.

Avrupa Birliği süreci ve bu sürecin dayattığı hükümler de milletleşme sürecinin gerilemesine ve parçalanmasına doğru gidişi hızlandırmıştır. Avrupa birliği kaynaklı fonlarla desteklenen sözde sivil toplum örgütleri ve başlarında bulunan aydınlarla(!) üniter devlet yapısının tartışmaya açılması, ademi merkeziyetçi yönetim anlayışının dillendirilmesi, milletleşme sürecinin sulandırılması ve sonunda etnik köken, mezhep ve cemaat gibi küçük gruplara ayrılmaya, ayrıştırılmaya doğru sistemli bir şekilde gidilmesi durumun ciddiyetini ortaya koymaktadır. Ana dilde eğitim gibi masum görünen istekler olayın boyutunu gözler önüne sermektedir. Dersim isyanı arkasından gelmesi muhtemel olan Şeyh Sait isyanından ve benzeri milli devlete başkaldırı niteliğindeki olaylardan dolayı geçmişten hesap sorma, özür dileme gibi hareketler milletleşme sürecini baltalamaktadır.

Milletleşme sürecimiz çok tehlikeli bir döneme girmiş durumdadır. Durmuş Hocaoğlu’nun “Burası bizim için ya ikinci Ergenekon'dur ya ikinci Endülüs” deyişi ile bu coğrafya da ya Türk milleti olarak varlığımızı sürdüreceğiz ya da tarihi milletler mezarlığına gömüleceğiz. Dış kaynaklı, içtende desteklenen bu entrikalara dur diyebilmek ve karşı atak yapabilmek için beklemeye zamanımız bile yoktur. Milletin varlığını ve bütünlüğünü savunanlar birer birer pasifize edilirken tepkisiz kalmak sadece bize değil ecdadımıza ve yarınki torunlarımıza karşıda görevimizi yerine getirmemektir.

Cumhuriyeti kuran irade “Ne mutlu Türküm diyene” anlayışı ile bu süreci tamamlayarak her türlü emperyalizmin önünü kapatmak istemiştir. Gelinen noktada ise millet ve mensubiyet duygusuna karşı her türlü entrikanın çevrildiği Türklüğü bu coğrafyadan silme mücadelesine dönüşmüş; bu coğrafyada Türk olarak anılmak bir suç olarak kabul edilir hale gelmiştir. İnsanımıza yeniden mensubiyet duygusunu kazandırarak bu ayrıştırmaya son vermek zorundayız.

Milli bir devlet, milletleşme sürecini tamamlamış toplumlarda varlığını sürdürür. Türk dilini, kültürünü, sanatını, felsefesini oluşturmadan ve bütün halk katmanlarına mal etmeden ne dış mihraklı tehlikelerden kurtuluruz ne de kendi milli devletimizi koruyabiliriz. Bir şekilde aşiret kültüründen millet kültürüne geçişi hızlandırmalı, cemaat, mezhep ve benzeri oluşumları da şeffaf hale getirerek bu grupları özgür iradesiyle bilinçli olarak vatandaşlık görevini yerine getiren ve milletin bir ferdi olma şuuruna ermiş bireyler haline getirmeliyiz. “Ne mutlu Türküm diyene”